29 Şubat 2016 Pazartesi

18) SİNEKLERİN TANRISI - WILLIAM GOLDING


İş Bankası Yayınları
Çeviri: Mina Urgan
261 sayfa

Sineklerin Tanrısı isim olarak ve olumlu yorumlarıyla dikkatimi çeken bir kitaptı. Sürekli okuyacağım diye düşünüp, yaklaşık bir yıldır erteliyordum, yani geç kaldığım eserlerden biri…

Kitabın esinlenildiği Mercan Adası küçükken çok sevdiğim kitaplardan biriydi. Şimdi ne kadarını hatırlıyorsun diye sorarsanız… Bence sormayın :D

Sineklerin Tanrısı, atom savaşı sırasında ıssız bir adaya düşen bir grup çocuğu konu alıyor. Ne yapacaklar? Nasıl barınıp, karınlarını doyuracaklar? Düzen nasıl sağlanacak? Kitapta bu soruların cevaplarını buluyoruz.

Kitap boyunca çocukları neden sevmediğimi bir kez daha anladım. :D Hepimiz doğduğumuzdan beri içimizde bir kötülük taşıyoruz ve onunla savaşıyoruz. Artık o kadar sıradanlaşmış ki içimizdeki çatışmanın farkına bile varmıyoruz.

Kitabın çevirmenine de değinmeden geçemeyeceğim. Hepimizin edebiyat dersinde adını duyduğumuz Mina Urgan! Kendisi çevirileriyle ve Bir Dinozurun Anıları, Bir Dinozorun Gezileri kitaplarıyla ön plana çıkar.

Siz, siz olun kitabı benim kadar ertelemeyin. Bolu’nun pazarı geçmeden, William Golding’in alegorik eserini okuyun. J

“Ayrı ayrı yaşantıları, ayrı ayrı duyguları olan iki kıta gibiydiler; bir ilişki kurulamıyordu aralarında.”

“Yani korku sizlere zarar vermez, düşlerin zarar veremediği gibi.”

27 Şubat 2016 Cumartesi

17) EJDERİN TUTKUSU - G.A. AIKEN

Ephesus Yayınları
Çeviri: Özge Nur Küskün
500 sayfa

Ejderin Tutkusu, Dragon Kin serisinin üçüncü kitabı… İlk ikisini uzun zaman önce okuyup, seriyi unutmuştum. Ta ki D&R’da başka bir kitabını görene dek. “Alayım da, şenlikle seri devam kategorisine koyarım” diyerekten kitabı benimsedim. Bilin bakalım ne oldu? Aldığım kitap serinin beşinci kitabıymış! Alkışlar bana :D Tabii sonra aradaki kitapları da tamamlamak zorunda kaldım.

Dragon Kin serisi ejder bir ailenin üyelerini anlatıyor. Her kitapta farklı bir kardeşi konu alıyor. Bu seferki talihlimiz Gwenvael’di. Kendisi ailenin oldukça çapkın bir ferdi…

Bir de Dagmar adında kızımız var, lakabı Canavar. Bilgili, yönetmekte yetenekli ve gözlük takıyor! Kendim de gözlük kullanıyorum diye demiyorum ama kızı sevdim. :D

Kitap hatta tüm seri, yetişkin-fantastik türünde… Ejderin Tutkusu’nda savaş ön plana çıksa da, geceleri unutmamak lazım. :D

Serinin güzel yanı çok kolay okunuyor olması. Kafa yormaya gerek yok, odaklanmak lüzumsuz. :D

Kapaklarına değinecek olursam, orijinallerine çok benzer tasarım seçmişler. Ama ben ilk kitabı(Ejderin Aşkı) hariç, diğerlerinin kapaklarını beğenmedim. Ejderha koysalar daha mantıklı olmaz mıydı?


Sonuç olarak, kitap çerez olarak güzel gidiyor. 

Kitaplı günler dilerim... J


26 Şubat 2016 Cuma

Film: The Stranger/ Zebani

Yönetmen: Guillermo Amoedo
2014, Şili
Gerilim, korku
93 dk

“Dın dını dın dını dınınınımmm”
Şeklinde çalan alarmıma uyandığımda saat sabahın altısıydı. Sürünerek kalkıp, okula gittim. Arkadaşlarla ön sırayı kapmışız, iktisat dersine oldukça hazırız. (Sabahın köründe ne kadar olabilirse artık!)
          

Tahmin edin, ne oldu? Hocamızın işi varmış, sadece bir saat işleyip bıraktı. :D Biz de sinemaya gidelim dedik. Aşk ve Gurur ve Zombiler’e –ne çok ve var- gidecektik ama ilk seanslar dublajmış. Bu yüzden rastgele bir korku filmine gitmeyi düşündük. Okula yakın olan sinemada istediğimiz tarza uyan tek film vardı: Zebani/ The Stranger. (2014 yapım lakin vizyona yeni girdi.)

Film sakin bir kasabada başlıyor. Gizemli bir adamın gelmesiyle yerini vahşete bırakıyor. Kulağa standart korku filmi konusu gibi gelmiyor mu? Klişelerle dolu ama yine de insanı ürperten…

Klişe kısmı doğru, kapı gıcırtısından tutun perde uçuşmasına kadar hepsi mevcut. Asıl soruyu soruyorum. Korkuttu mu? Hayır! Gözlerimizi kapayacağımız sahne geldi, geliyor, gelecek derken film bitti.


Üzülerek belirtiyorum ki, kurgu vasattı. Efekt yoktu. Oyunculardan hoşlanmadım. Yerinde kullanılan argodan etkilenmem ama bu filmde konuşmaların %50’si küfürden oluşuyordu. Görüntüyü de o kadar karartmışlar ki gerilelim diye ama işlevsiz olmuş!

Tek avantajı, filmi altyazısız bile izleyebilirsiniz. Yerleri süpüren İngilizcem ve ben hepsini anladık çünkü karmaşık cümle yoktu.

Sinemadan çıktıktan sonra arkadaşlarımdan ayrıldım ve Bilge’yle (kitap listesinden tanıyorsunuz) -klasik olmaya çalışan ama olamayan- cuma buluşmamızı yaptık. Çikolata eşliğinde okul dedikodularını konuşmaya başladık, ardından ülkeyi kurtarmaya çalışarak sonlandırdık. :D


Çikolatayla kalın :D 

Bezmarayı Süleymaniye Çikolatacısı'nda bulabilirsiniz 

Filmden Mırıltılar: İzleyenler İçin
Not: Yazılar beyazdır, tarayınca görebilirsiniz.


Kadın güneşte yanarken,
-Eeee vampir çakması bu!
-Aynen, aynen…

Çocuk ambulansı aramaya çalışırken,
-Korku filminde ambulans mı aranırmış ya?!

Kan kusarlarken,
-Sanırım yediğim cipsler geri geliyor.
-Güçlü kalamıyorum :D

Film sonrası,
-Sonunda temiz havaya çıktık yemin ediyorum mutlu oldum.
-Keşke Mısır Tanrıları’na gitseydik…

25 Şubat 2016 Perşembe

16) OLDUĞU KADAR GÜZELDİK - MAHİR ÜNSAL ERİŞ

İletişim Yayınları
124 sayfa

60. Sait Faik Hikaye Armağanı’nın da sahibi olan kitap, birbirinden güzel sekiz hikayeden oluşmakta.

Hikaye türüne karşı tutumumdan bahsetmiştim, sevdiğim birkaç öykücü dışında romanları tercih ederim. Ama sanırım bu yargımı kırıyorum!

Hikayelerin içinden favorim ‘Benim Adım Feridun’ oldu, aynı zamanda bir dergide de yayınlanmış.

Kitap, keşke 10 yıl kadar erken doğsaydım dediğim yakın tarihte geçiyor. Hikayeler hayatın içindeki sıradan anlardan alınmış, içselleştirebileceğimiz bir yapıya sahip.

Ayrıca bunu yazarken, yazarın adı nasıl bu kadar tanıdık geliyor diye sorup duruyordum kendime. Hatırladım, Ot dergisinden! Jetonumun köşeliliği konusunu geçebiliriz.

Sonuç olarak adını Yıldız Tilbe’den alan kitabı ben çok sevdim!



““Hay ben böyle aşkın ıstırabını!” deyip kalaylayamıyorsun çünkü, aşk da senin ıstırap da.”
“Demek ki insan, yaşıyorsa nasıl olsa iz bırakıyor, bir zencinin paslanmış tabelasında bile olsa.”
“Ben niye yalnızım? Şu köpek bile tasmasını kavrayan ele dönüp dönüp gülümserken, ben böyle sevdiğim, böyle kendimden vazgeçtiğim halde niye yalnızım, niye mutsuzum?”
“Yalnızlık ailesizlikmiş meğer…”
“Umut çok garip bir şey, insanı olduğundan daha aptal etmeye yetiyor.”
“Hayat, kendini öyle bir gelip senin karşına koyuyor ki, hayallerini, umutlarını, çocukluğundan, gençliğinden beri kurduklarını yutturuveriyor sana. Sınavlar geliyor, zoraki takılmış kravatlarla, en son akraba düğününde giyilmiş biçimsiz takım elbiselerle iş görüşmeleri geliyor, askerlik geliyor, kredi kartı geliyor, ay sonu geliyor, ihtiyarların bir bir ölmesi, gençlerin bir bir ihtiyarlaması geliyor. Durduğu yerde ağırlaşmaya başlıyor hayat. Yapış yapış bir şey gibi.”
“Öyleyse yaşamak, hayata karşı hayallerden vazgeçtiğimiz bir kaybetme biçimidir.”


 

22 Şubat 2016 Pazartesi

15) İÇERDEKİ KEDİ - WILLIAM S. BURROUGHS

Sel Yayıncılık
Çeviri: Ahmet Ergenç
101 sayfa

Burroughs, Beat kuşağı yazarlarından. Yeraltı edebiyatı temsilcilerine göz atarken tanıştım kendisiyle. İlginç yaşam öyküsü dikkatimi çekti ve okumam gerektiğini düşündüm.

 Örneğin yazar William Tell'den esinlenip, ikinci karısının başına bardak yerleştiriyor ve bardağı vurmaya çalışırken olan eşine oluyor. Değişik bir hayatı olduğunu söylemiştim. :D

Cut-up tekniğiyle ön plana çıkan yazarın Yumuşak Makine adlı kitabının yasaklılar listesine girdiğini de belirtmekte fayda var.

Birçok kitabının içinden İçerdeki Kedi’yi seçtim. Nedeni belki kedileri çok seviyor olmam, belki de yazarın iç dünyasını görürsem diğer kitaplarını daha anlayarak okuyabileceğimi düşünmem…

Burroughs kitapta biraz kendisinden çokça kedilerinden bahsediyor. Hayal ve gerçeğin iç içe girdiği yazılarında, oldukça doğru tespitler mevcut. Değişik bir düşünce yapısı var ve bence bundan dolayı ilginç bir hayat yaşamış.

Kitaptaki her yazı, benim için keşkelerle doluydu. 

“Keşke kedim olsa…”


“Ölüler Diyarı… Berbat bir fokurdayan bataklık, metan gazı ve yanık plastik kokusu… petrol kuyuları… üzerleri ot ve sarmaşıklarla kaplı lunapark trenleri ve dönme dolaplar.”

“Kedilerin birer ruhsal refakatçi, birer Dost olarak ortaya çıktıklarını ve bu işlevden hiç şaşmadıklarını düşünüyorum.”

“Kediler hizmet sunmazlar. Kendilerini sunarlar.”

“Kedilerimle aramdaki ilişki beni ölümcül ve her şeye nüfuz eden bir cehaletten kurtardı.”

“Yaşlı bir yazarın Dostları, geçmişinden gelen gerçek ya da hayali sahne ve karakterlerdir, anılarıdır.”


“İçerdeki kedileriz biz. Yalnız dolaşamayan kedileriz ve bizim için sadece tek bir yer var.”


21 Şubat 2016 Pazar

Film: Deadpool

Yönetmen: Tim Miller
2016, ABD
Bilim kurgu, aksiyon
108 dk

Bu hafta için sinema kotamı doldurdum sanırım :D Fakat vizyondaki filmler o kadar güzel ki kendimi suçlu hissedemiyorum.

Diriliş’e gitmek için ertelediğimiz Deadpool’u sonunda izleyebildik. 4D’yi tercih ettik ve ilk kez 4D filme gitmiş oldum. (Avmlerde olan 10 dklık 6D gibi filmleri saymıyorum)

Deadpool, Hello Kity’li çanta kullanan bir anti-kahraman. İçimizden biri. :D Marvel filmlerinin bir çoğunu izlemiş biri olarak söyleyebilirim ki çok eğlendim. Eğer Marvel filmlerini izlememişseniz, Deadpool’a araştırarak gidin çünkü esprileri kaçırabilirsiniz.




Deadpool 4. duvarı aşmış bir karakter yani bir kurgunun içinde yaşadığının ve okuyucularının/ izleyicilerinin olduğunun farkında. Bundan dolayı size laf atabilir. Şaşırmayın. :D Film boyunca izleyicilerle, düşmanlarıyla, kendiyle, herkesle alay etti. Ayrıca klişe süper kahraman filmlerine yaptığı göndermeler de çok iyiydi. Artık Ryan Reynolds benim için Deadpool. :D

Film on beş yaş ve üzeri için. Eğer evde izlenecekse bile, çocuklarla izlenmemesi daha doğru olur diye düşünüyorum çünkü Deadpool bir süper kahraman değil. Cinsel içerik fazla ve bel altı esprileri var. Ayrıca şiddet içeren sahnelerde bile gülme dürtüsü hissediyorsunuz, adamın kafası patlıyor salondan gülme sesleri geliyor. Tamam, tabii ki ben de güldüm. :D

Sonuç olarak Deadpool favorilerimin içine girdi. Eğer izleyecekseniz, 4D versiyonunu da tavsiye ederim. J


Filmden Mırıltılar: İzleyenler İçin
Not: Yazılar beyazdır, tarayınca görebilirsiniz.
  
àBiletleri alırken,
-Kaç yaşındasınız siz?
-20 ve 16. (Kero’yu biraz büyütmüş olabilirim, benim de doğum günüme az kaldı zaten :D)

àDeadpool yüzünün pizzaya benzediğini söylediğinde,
-Acıktım.

àSalonun sadece sevgililerden oluştuğunu gördüğümüzde,
-Muggles!
-Muggle’lar çöptür. (Kahkahalar :D)


19 Şubat 2016 Cuma

14) KUMRAL ADA MAVİ TUNA - BUKET UZUNER

Everest Yayınları
499 sayfa

Kitap bana Kitap Eylemi’nin hediyesi. Beni şaşırtıp, çok sevindirmişti. Üstelik adıma imzalı! Ballı kaymaklı hediyesi için ne kadar teşekkür etsem az. J

Buket Uzuner’le Uzun Beyaz Bulut Gelibolu romanıyla tanışmıştım. Lisedeydim o zaman. Türkçe dersinde bir kitabın eleştirisini yazmamız gerekiyordu. Türkçecimize de kızmıştım o dönem ve onun çok sevdiği kitaplardan olan Gelibolu’yu listede görünce seçivermiştim. Amacım kitabı delicesine yermekti. O kadar didikleyerek okumuştum ki küçük de olsa hatalar bulmuştum. Gayet iğneleyici sözler bulunan eleştiri yazımı teslim etmiştim. Aslında laf aramızda kalsın kitabı beğenmiştim ama o eleştirimde ‘beğenme’ terimine göz bile kırpmamıştım. :D


Bunları neden mi anlatıyorum? Çünkü kitabın ilk 100 sayfasında didikleme havamdan kurtulamadım.

100. sayfadan sonra kendimi hikayeye kaptırdım. Mavi gözlü Tuna’ya, Kumral kız Ada’ya, Aras’a, Meriç’e… Kitabı basit bir aşk hikayesi olarak tanımlamak yanlış olur. Kitapta aşk var evet, ama yanında felsefe, iç savaş, siyaset, fotoğrafçılık ne ararsanız var.

Romanda keşke diyeceğim tek bir şey var. Keşke iç savaş bölümleri hikayeye karıştırılmasaydı. Ha, bu demek olmuyor ki o kısımlar güzel değil. Aksine Tuna’nın kendisiyle çatışmasını zevkle okudum! Yine de bu bölümler ana konuyu sekteye uğrattı ve sonunda soru işaretleri bıraktı.

Kitap Attila İlhan’a ithaf edilmiştir. Şair Doğan Gökay karakteri İlhan’ı anımsatmakta, Süreyya Mercan, Sadri Alışık; Pervin Gökay’da Çolpan İlhan’ı…

Kumral Ada Mavi Tuna’da o kadar güzel diyaloglar, cümleler vardı ki stickerlanmaktan bir hal oldu sevgili kitabım. (Maalesef cümlelerin altını çizemiyorum, evet)


Gelelim alıntılarımın bir kısmına,

“Biz insanlar çelişki dolu tuhaf yaratıklarız. Baksana halimize, kendi inşa ettiğimiz hapishanelerde yaşıyoruz – adına ev, aile, akrabalar, töreler diyerek… Sonra bu duvarların arasında boğulup çıldırıyor, ama yıkılmasın diye de uğruna hayatımızı siper ediyoruz…”

“Sormak… sormak cesaret ister! Sorabilmek bağımsız olmayı gerekli kılar ve işte bizde eksik olan bu cesaret! Göğsünü jiletlemeyi, ölüme koşarak gitmeyi ben cesaret saymıyorum, o ancak bir cinnet olmalı!”

“Zorbalar, başa çıkamadıkları, korktukları her şeyi tarih boyunca daima yakmışlardır. Zorbalar, insanları, kitapları ve binaları hep yaktılar… Zorbalar korktukları herkesi “cadı” ya da “şeytan” diyerek cayır cayır hep yaktılar!”

“İçimdeki bütün uçurtmaların ipleri koptu ve hepsi havaya savruldu.” Kitaptaki favori sözüm oldu kendisi.

“Sanmak ile olmak arasındaki uçurumdan hep nefret ettim.”

“Şu ‘insanoğlu’ devrini kapatma vakti de geldi geçiyor. İnsankızları her alanda insan olduklarını oğullarına onların anlayacağı dilden kanıtlamayı süratle sürdürürken ‘siyasi doğruluk’ açısından ‘insanlık’ sözcüğünde bütünleşmeyi öğrenmemiz gerekir!”

“’Anne özlemi’ fırından yeni çıkmış ev kurabiyesi kokar. Rengi yeşildir.”

“Sıradan bir insanım ve tabii bütün sıradan insanlar gibi sıradışıyım.”



17 Şubat 2016 Çarşamba

Film: The Danish Girl/ Danimarkalı Kız


Yönetmen: Tom Hooper
2015, ABD-İngiltere
Biyografi, dram
119 dk

Oscar adaylarına el atmışken, The Danish Girl’ü de izleyelim dedik ve sabah sabah sinemaya yollandık. İlk seansa biletimizi aldık –bu sefer görevli “yanınızdaki kaç yaşında?” diye sormadı çünkü kadındı-. Filme gitmek için dersi salladığımı göz ardı edebiliriz bence.

Danimarkalı Kız, aynı isimli romanından uyarlanmış lakin roman Türkçeye çevrilmemiş. Ana karakterlerimiz Einar Wegener, Gerda Wegener ve Lili Elbe 19. yüzyılda yaşamış, gerçek kişiler. Filmi biyografilerini araştırmadan izlerseniz, daha keyifli olacağı kanaatindeyim. Ben bilmeden izledim ve kurguya kendimi kaptırdım. J

Eddie Redmayne, o kadar inandırıcı oynamış ki filmin içine çekiliyorsunuz. Mimikleri, bakışları, davranışları… Kusursuzdu. Gönlümün Oscar’ını Leo’ya versem de, Redmayne’ın oyunculuğu çok daha üstündü.

Alicia Vikander da altta kalmamıştı. Gerda rolünün hakkını vermişti. Ayrıca bence gerçek Gerda’yla benziyorlardı.

Film bittiğinde çarpılmış durumdaydık. Sanırım etkisinden çıkmamız biraz zaman alacak.


Filmden Mırıltılar: İzleyenler İçin
Not: Yazılar beyazdır, tarayınca görebilirsiniz.

àSon sahnelerde Eylemcan ağlarken,
-Ağlıyor musun? Ehehehe (saçlarını okşama arası), her filmde ağlamasan olmaz mı?

àFilm sonu yorumları,
-Gerda’nın aşkı nasıl bir aşk böyle!
-Karakterine aşık olmuş, bence günümüzde böyle aşklar olmaz.
-Bunun nedeni her şeyin çok hızlı yaşanması, o dönemlerde insanlar aylarca mektup beklerken, kurdukları hayallerle sevgileri de artıyormuş.
-Eddie nasıldı ama? Adam yakışıklı değil ama farklı bir havası var.
-Kız hali de pek sırıtmamıştı.
-Bu adamın Stephen Hawking’i canlandırışı da muhteşemdi ya…
-Eddie de 34 yaşındaymış, Oscar’lıymış bir de…
-Yaaa yaa millet 34 yaşında ununu elemiş, eleğini asmış ben hala evde pinekliyorum…



16 Şubat 2016 Salı

13) HALKA - MATS STRANDBERG, SARA BERGMARK ELFGREN


Sonsuz Kitap
Çeviri: Nilay Yelkenci
512 sayfa

Halka’yı geçen yıl Tüyap’tan indirimliler standından almıştım. İndirim yazısını görünce dayanamıyorum biliyorsunuz. :D

Halka gençlik-fantastik türünde, Engelsfors Üçlemesi’nin ilk kitabı. Gençlik kısmının fantastiğe baskın olduğunu söylemekte fayda var.

Kitap küçük bir kasabada liseye giden 7 gencin yaşadıklarını konu alıyor. Bu 7 kişi seçilmişler olarak dünyayı korumak zorundalar.

Konuya bakınca çok hareketli bir kitap gibi geliyor ama değil. Genelde seçilmişlerin gençlik sancılarını okuyoruz. Kahramanların kusursuz olmamasını severim bu yüzden benim için kitabın artı yönlerinden biriydi.


Serinin devam kitaplarında fantastik öğeleri daha çok göreceğimizi düşünüyorum ama devamı Türkçeye çevrilmedi. İlk kitap Türkiye’de 2013’te yayınlandığına göre, çevrilmez de sanırım. 

İngilizcesini alıp okur muyum? Henüz kararsızım :D Okunacak kitaplarım bittiğinde, belki...


14 Şubat 2016 Pazar

Film: The Revenant/ Diriliş

Yönetmen: Alejandro González Iñárritu
2015
Dram, macera
151 dk

Leonardo DiCaprio’yu tanımam Titanic’e, sevmem Shutter Island/ Zindan Adası’na dayanır. İzlediğim filmlerinin çoğunu sevdim ve bu durum beni ‘Leo varsa izlenir’ kıvamına getirdi.

The Revenant/ Diriliş’i sinemada izlemeyi bir süredir bekliyordum. Çileli bekleyişimin sona erdiği gün sevgililer gününe denk geldi. Neyse ki Diriliş’i tercih eden az kişi vardı, onlardan biri de genç çiftimizdi. İkinci yarının ortasında salondan çıktılar. :D

Ah, bir de beni az kalsın filme almayacaklarını unutmamak lazım. :D Uzun bir sıradan sonra biletimizi alırken, görevli beni işaret edip “Kaç yaşında?” diye sordu. Film 15+ ve adam beni küçük sandı! Yaşımı söylüyoruz, “Bu mu?” falan diyor. Yok o değil, onu süs diye getirdik! –derin nefes al-


Sonuç olarak filmi izledik. Konusuna tek cümleyle değinecek olursam: Amerika’nın keşfiyle ortaya çıkan, yerliler ve kıtaya yeni gelenlerin çatışmalarını bizlere anlatıyor.

Diriliş bana manzaralar ve konu bakımından Into the Wild’ı anımsattı. Into the Wild en sevdiğim filmlerden biridir. İkisi de gerçek hayat öykülerinden esinlenilmişler. Hugh Glass 1783’te doğan bir sınır sakiniymiş. Ama Diriliş daha sert bir filmdi.  

Doğa insanın, insandan bile önce düşmanıydı. Irkımız önce vahşi doğada türünü korumaya, hayatta kalmaya çalıştı ardından güçlenince tabiata karşı savaş açtı. Bu mücadeleyi filmde de görmek mümkündü. –bence hala da doğayı katlettikçe insanlığı da öldürdüğümüzü fark edemedik-


Diriliş’i beğendim, bazı vahşi sahneleri kandan hoşlanmayan ben için yorucuydu ama gerekli sahnelerdi. Ayrıca sizce de Leo, Eddard Stark’a benzememiş mi? “Winter is coming” gerçekten de :D

Film çıkışı da kitapçıya uğrayınca Aylak Adam ve Sivil İtaatsizlik’i alıverdim. Bu da kendime ödülüm olsun. :D (Ne için kendimi ödüllendirdiğimi ben de bilemiyorum.)

İki kitap bir filmle sinema günümü kapatıyorum. Ka-pat-tım! J


Filmden Mırıltılar: İzleyenler İçin
Not: Yazılar beyazdır, tarayınca görebilirsiniz.

à Glass tuttuğu balığı çiğ yerken,
-Bakın suşi bu!
-İlkel hali.

àGlass çiğ et yerken,
-Ateş var orda, bari üzerinde biraz tutsun.
-Bağırsağında solucanlar oluşacak çiğ yiye yiye, bir de onunla uğraşmak zorunda kalacak!
Yemeğe bir hayli odaklanmışız :D

à Kelime bilgimizi de arttırdık. Filmin ortasında duyduğu ve bilmediği kelimeleri bakan dayım,

-Savage tribes, vahşi kabile demekmiş. Bunun Fransızcası sauvage, unutmayın.

à Filmin sonunda,
-Adam da ne yaşama arzusu varmış be!
-Ben olsam ayıyı gördüğümde kalp krizinden giderdim, ben zincirin zayıf halkasıyım. 

13 Şubat 2016 Cumartesi

12) DECAMERON - GIOVANNI BOCCACCIO


Oğlak Yayınları
Çeviri: Rekin Teksoy
954 sayfa

Decameron dünya edebiyatında ilk hikaye kitabı olma özelliğini taşımakta. İtalyan yazar 14. yy’da eserini kaleme almıştır. Hikayelerin altındaki dipnotlardan da anladığım kadarıyla başka birçok yazar bu hikayelerden esinlenmiş.

14. yy İtalya’sında eserler Latince yazılıyor ama halk İtalyanca konuşuyordu. Boccaccio bu farkı ortadan kaldırmak için büyük bir adım atmış ve Decameron’u kadınlar için halk diliyle yazmıştır.

Decameron kelime anlamıyla ‘on günün kitabı’ demek. Veba salgınından uzaklaşmak isteyen yedi kadın ve üç erkek şehir dışına çıkarlar. Her gün öğleden sonra birbirlerine hikaye anlatırlar. On günde toplam yüz hikaye olur. Günler ilerledikçe bana göre hikayeler git gide birbirlerine benzemeye başladı. Bazen ben bunu okumuştum gibi geri dönüşler yaptım. J

Hikayeler din adamlarını kötülüyor ve cinsellik içeriyor. O dönemde bunları yazabilmek, biraz cesaret işi ve belki biraz da Rönesans’ın aralanan kapısı…

Eğer hikaye söz konusuysa durum öykülerini daha çok seven ben için, yüz hikaye biraz zorluydu. Art arda okumak yerine her gün birer tane gitmek daha mantıklı ama kendimi de tanıyorum; öyle yaparsam unuturum, kenara atılır.

Çevirisine gelirsek, memnun kaldığım bir çeviriydi. Tam metin tek çeviri Rekin Teksoy’unmuş. Önsözde bu, diğer çevirilerle karşılaştırılarak uzun uzun anlatılmış.

Hem ilk olduğu için, hem Ortaçağ’ı anlamak için okunması gerektiği kanısındayım. J


“Acıları paylaşmak insana özgü bir davranıştır; herkese yaraşır, özellikle de başkalarının desteğine gereksinme duymuş ve bu desteği görmüş olanlara.”

“Hak etmeyenleri yükseklere taşıyıp, hak edenleri aşağılarda bırakan, yazgı değil mi?”

“Yozlaşmış bir beyin bir sözcüğü hiçbir zaman sağlıklı bir biçimde anlamaz; dürüst olandan yarar sağlamaz. Buna karşılık dürüst olmayan da, aklı başında bir insana zarar veremez, tıpkı balçığın güneşi sıvayamaması, çamurun gökyüzünün güzelliğini örtmemesi gibi.” 



12 Şubat 2016 Cuma

Film: Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku

Yönetmen: Çiğdem Vitrinel
2014
Dram, romantik
105 dk

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’yu aldıktan sonra filminin de çekilmiş olduğunu öğrendim fakat izlemedim. Araştırmadım. Kitabı tamamen tarafsız okumak istedim, filmle yargılayamazdım.

Kitabı okuduğuma göre arayı soğutmadan filmi izlemenin vakti gelmişti. (kitap yorumu için tık)

Film, kitaptan esinlenilmişti lakin kitapta olmayan karakterler ve olaylar eklenmişti. Benim için bu farklılık rahatsız edici değildi.

Erdal Beşikçioğlu sevdiğim bir aktördür ve bu filmde de beni yanıltmadı. Karakterinin hakkını verdi. Giyim tarzı, davranışları ve fötr şapkasıyla… Fötr şapkaya ayrı hayran oldum. J Sezin Akbaşoğulları, hayalimdeki Müzeyyen tiplemesine uygundu.

Filmi neden sevdim? Cevaplaması güç bir soru oldu benim için. Belki karakterlerle aramda küçük benzerlikler görmem neden olmuştur, belki Erdal Beşikçioğlu’nu sevmem ya da kitabı sevmem… Kaybedenler Kulübü’ne benzetmem de etkili olmuş olabilir.

Film kendi alanında güzeldi benim için, kitapsa derin bir iç çekişti.

Son olarak “Tekrar izler miyim?” diye soruyorum kendime. Evet, izlerim.


9 Şubat 2016 Salı

11) SON SEFARAD - BEYAZIT AKMAN



Epsilon Yayınları
652 sayfa

Son Seferad, İmparatorluk serisinin ikinci kitabı. İlkini yani Dünyanın İlk Günü’nü kapağının ve isminin albenisine kapılarak almıştım. Beklentisiz okuduğum için beğenmiştim de. Son Seferad’ı yeni çıktığı zamanlarda ‘sınırlı sayıda imzalı’ gibi bir kampanyayla sipariş vermiştim. Kitabın uzun bekleyişi sona erdi ve okundu.

Kitap Sultan Bayezid döneminde 1492’lerde geçiyor. Granada İslam İmparatorluğu’nun çökmesiyle birlikte Endülüs Yahudileri’nin yaşadıklarını konu alıyor.

Kitap akıcı lakin çok fazla karakter var. Kişilikler kafamda oturana kadar biraz geri dönüşler yaptım. Tabii bunun sebebi benim ara vererek okumuş olmam da olabilir.

Yazar, bölüm sonlarında ileride olacaklardan bahsetmiş ve bana göre heyecana ket vurmuştu. Örneğin “Sakin denizin üstünde, gözlerini kamaşan güneşe baktılar. Uzaktan görünen karı parçasını umut sanıyorlar ama onları bekleyen yabani hayati bilmiyorlardı.” benzeri bitirişlerle gelecek bölümden ne beklememiz gerektiğini ortaya koymuştu. (Bu arada cümle tamamen bana ait kitapla ilgili değil, spoiler yok)



Ayrıca kitabın ilk bölümlerinde yazarın kendisini de roman kahramanı olarak okuyoruz. Sanki gelecek eleştirilere cevap vermeye çalışmış…

İlk kitapta kaynakça başlığı altında beni tatmin etmeyen bir açıklama yazan Beyazıt Akman, bu kitabında ‘kaynakça’ diye başlık bile atmamış.

Olumsuz yönleri dışında, kitabı roman olarak sevdim. Hatta bilmediğim birkaç ayrıntıyı öğrenip, araştırdım.

İmparatorluk serisinin üçüncü kitabı yoldaymış. Umuyorum ki biyografisinde araştırmacı yazarlığına dikkat çekilen Beyazıt Akman, bu sefer kaynakçayı okurlarından esirgemez.


“Büyük yenilgiler de büyük zaferler kadar önemlidir.”

“Her şey nokta ile başlar.”

“Mürekkebi israf etme, seni o mürekkep temizleyecek.”

“Bir geminin yelkenleri ve bir kitabın sayfaları akıllı bir insanı istediği yere götürür.”


“Diğerleri uyurken gözlerini açık tutanlar her zaman ödüllendirilir.”